YOL      

 

Durağa geldiğinde onu evine, ailesine götürebilecek dolmuşun az önce kalktığını öğrendi. Durakta bir minibüsün içinde siyah deri şapkasını öne doğru eğmiş, koltuğuna iyice gömülmüş sigara içen şoförden başka kimse yoktu. “Bu dolmuş ne zaman kalkacak?” diye sordu. Şoför: “iki saat sonra kalkarız yeğen” dedi. Sağ bacağından dizine doğru bir uyuşma hissetti. Başı da biraz ağrıyordu. Otobüsün o dar koltuğunda azıcık uyumuştu, ondandır diye düşündü. Yere bıraktığı küçük valizi kaptı. Hava bulutluydu. Bulutlar güneye doğru ağır ağır ilerliyor, geride tatlı bir bahar serinliği bırakıyordu. Yürüyerek yarım saatte evine ulaşabileceğini düşündü. “Bunu daha önce de çokça yapmamış mıydım” diye söylendi.

 

Sol yanında yol boyunu mekan tutmuş koca fabrika hâlâ şehirden çıkmadığını işaret ediyordu. Bu fabrikaya babasıyla birlikte her yıl çuval çuval fındık getirirlerdi. Yemyeşil fındık bahçeleri, sağ yanında, şehrin dibinden başlayıp yukarıya, yamaçlara doğru göz alabildiğine uzanıyordu. Fındıklar avuç içi kadar körpe yapraklar arasında belli belli oluyordu. Artık fabrika da geride kalmıştı. Tamamen yeşillikler arasında onlar kadar taze vücuduyla, gittikçe dikleşen yol boyunca ilerliyordu. Denizin serinliğini sırtında hissetti.

 

Şehir, uzakta üzeri bulutlarla kaplanmış, neredeyse görünmez olmuştu. Derken deniz daha serin üfürmeye, yeşillerini giyinmiş bahçeler ekin tarlaları gibi dalgalanmaya, küçük kuşlar ve kelebekler kaçışmaya başladı. Karadeniz’in bu huyunu oldu bitti  sevememişti. Havanın bozmasıyla şerbetini sunması bir olurdu. Bu, hemen kalkması istenilen misafire, gelir gelmez ikramda bulunmak gibi bir şeydi.

 

Adımlarını hızlandırmamış olsaydı, iki dakikada yağmuru topuklarında hissedecek, siyah gür saçları ve küçük valizi dahil her bir yeri ıslanacaktı. Yokuşun sağındaki üç katlı evin balkon altına kendini zor atmıştı. Yağmur, tüm gücü ve acelesiyle yeryüzünden aldığını geri veriyor, aşağıda, sahil boyunca uzanan deniz ve yukarılara doğru sarmış bahar yağmuru ile her yer su renginde görünüyordu. Yapraklar, çimenler; sarılı, kırmızılı, beyazlı çiçekler, tepelerine inen yağmur taneleriyle hızla inip kalkıyorlardı. Yağmurla birlikte çevreyi saran mis gibi toprak kokusu, onca gayretine rağmen, baharın çiçek kokusunu, taze yaprak ve çimen kokusunu bastıramadı. Yağmur sesleri arasında yakınlarda ince bir kuş cıvıltısı duydu. Sağa sola bakındı, göremedi. Kuş kısık bir ses daha çıkardı. Önündeki küçük dut ağacının tepesinde, yapraklar arasında tüylerini kabartmış duran, gagasının dipleri kırmızılaşmış küçük serçeyi gördü. Yapraklar arasındaki dutların küçük taneleri henüz yeni yeni şekilleniyordu. “ Dutlar, dut ağaçları” diye söylendi.

 

          Dut ağacı dutluca,

          Dibi yeşil otluca,

          Gurban olduğum Allah,

          El gızı ne datluca.

 

Babaannesinden duymuştu bu maniyi. Dut; dut pekmezi, dut dökme fasılları gibi acı tatlı çok şey ifade ederdi onun için. Her yılın haziran ayında, dutlar olgunlaşınca, çemberi saçının tepesinde, eli belinde, dolgun vücuduyla soluk soluğa kapıya dayanırdı komşu kadın.

 

­- Oğlum! Şu bizim dutları da döküver, senin elinden geliyor.

               - ......

               - Aa, ne olacak, evlerinin önündeki büyük dut ağacını göstererek, beş dakikada döker-sin sen şu ağacı. Hem sen gelirsin diye, Ayşe Hanım’ın küçük kızlarını da çağırdım, sergi kulağı tutmaya.

 

Bir günde, kırk beş dut ağacının olgunlaşmış dutlarını döktüğü olmuştu. Mahallede zaten daha fazla dut ağacı yoktu. Her dut, taneleri birbirine sıkıca yapışmış birer üzüm salkımı gibiydi. Küçük birer üzüm  salkımı. Küçük tanecikler arasında yeşil kalmışlar varsa bilin ki henüz olgunlaşmamış. Dutlar sergilere dökülür, oradan da kazanlara doldurulurdu. Daha sergideyken bir bölümü yenir, asıl önemli bölümü kaynatılıp şu meşhur dut pekmezlerinden yapılırdı. Sergideki dutların içinde kuru dut dalları, çeşit çeşit böcekler, yapraklar ve tozlar olurdu, ama bunlar hiç önemli değildi! Azıcık ezilmiş, iri, olgun dut taneleri iştahları kabartır, çalı çırpı şöyle bir kenara çekilir ve afiyetle yenirdi. O akşam vücudundaki ağrıları dindirmeye bu kan yapıcı, şifalı pekmezler yetmez, komşu kadının dutları, ezilen dutlarla mora boyanmış parmakları ve dudaklarıyla ikişer üçer yiyişi, gözünün önünden gitmezdi.

 

Başka bir zaman diğer bir komşu gelir :

 

- Evladım, benim oğlan beceremez böyle işleri, şu bizim elmaları toplayıver, derdi.

 

Hayır demeyi ailesinde öğretmemişlerdi belki, ama okullarda da mı öğretmiyorlar diye düşündü. Hayır demek hiç de doğal değildi, ancak kötü çocukların vereceği bir cevaptı. Oğlu toplar toplamasına, ama bir evin bir oğluydu. Ya ağaçtan düşerse!.. Engin ağaçtan düşmüş, yaralanmış, ölmüş çok da önemli değildi, zira babasının geride aslan gibi iki oğlu daha vardı!

 

- Hadi be evladım! Ben bu kadar nazlansaydım, Hüsam Amcan alır mıydı beni? Kulağına eğilerek sessizce :

- Sen benim evladım yerindesin, çocuğum bile olmazdı ayol...

 

- Anlıyorum derdi...

 

- Anlarsın tabi ki. Zaten şu okumuş çocuklar her şeyden anlıyor, elinden her iş   geliyor. Benimki de okusun çok istedim, ama...

 

Yağmur vadi boyunca yükselen, ilerleyen sis ve bulut kümeleri ile elini eteğini çekmişti. Artık yağmaz düşüncesi ile yola koyuldu. Yolun kenarları küçük birer dereyi andırıyordu. Bulutlar güneye doğru ilerlerken denizden tepelere doğru serin bir yağmur sonu rüzgarı esiyor, bulutlar giderayak orada burada, dal uçlarında, yaprak aralarında kalmış son damları da toprağa teslim etmenin, görevini hakkıyla yapmış olmanın, hazzını yaşıyordu. Arkasına şöyle bir baktı. Şimdi şehrin üstü sağı solu daha bir açık, aydınlıktı. Vakit öğleden sonra idi, ama sanki sabah yeni olmuş, az sonra güneş doğacaktı. Bir yanında yeşilin her tonu, bir yanında Karadeniz’in mavi sularıyla Fatsa şimdi daha belirgindi.

 

Bir ses duydu. Beyaz bir minibüs yukarıdan aşağıya hızla geçti. İçinde hiç yolcusu yoktu. Bu dolmuşlarla yıllarca şehre okumaya gidip gelmişti. Şoförlerin umursamaz halleri sonucu kaç kez okula geç kaldığını hatırlayamadı. Önce ortaokula, sonra liseye... On beş kişilik dolmuşa irili ufaklı otuz üç kişi bindikleri günler geçti gözünün önünden. Şoförler bundan gururla söz ederlerdi. Öyle ya, önü beşlemek, her şoförün harcı değildi! Dolmuş farklı bir dünya ve bu dünyanın kralı da şoför olacaktı ki, insanların çıtı bile çıkmaz, kim kimin kucağında belirsiz, kendilerini şehre ya da evlerine zor atarlardı. Dolmuş tıkır tıkır çalışıyor, taşıma görevini zor da olsa yerine getiriyordu. İnsanlar tepkisiz! O zamanlar o küçük aklıyla bile kafasına “Bu şoförler bizi yıllarca, insanca da taşıyamazlar mıydı?” sorusu takılırdı. 

 

Yol düzgünleşti, ayakları sırtındaki yükü atmış gibi hafifledi, elinde çok da ağır olmayan valizi, daha bir küçüldü gözünde. Yolun kenarındaki sular daha sakin akıyor, tatlı bir şırıltı ile sevgilisine doğru ilerliyordu. Yaklaştı, eğildi. Yüzü suda dalga dalga ama pürüzsüz görünüyordu. Suyu, toprağı, dahası doğayı iyi tanıdığını düşündü. Fakültede arkadaşlarına: “Benim göz yaşlarım kaldırımlara değil, toprağa, çimene, suya düşer.” derdi zaman zaman. Bir karınca küçük bir çöpe tutunmuş, canı boğazında sürükleniyordu suda. Elini suya daldırma-sıyla, karıncayı, tutunduğu dalla birlikte, sudan çekip alması bir oldu. O da kendi gibi, yağmurun tuzağına düşmüş, ama şanslı bir yolcu idi. Ona, bir hasta; yardım bekleyen, ziyaret bekleyen bir hasta gözüyle baktı. Kendini, lise yıllarında hastanede uygulama yaparken, günlerdir ziyaretçisi gelmemiş, bu üzüntüyle yatağına iyice gömülüp acı çeken bir hastaya şefkatle eğilip, “işte senin ziyaretçin de benim!” der gibi hatrını sorduğu günlerde hissetti.

 

Güneş bulutlar arasında bir görünüp bir çekiliyor, tatlı tatlı göz kırpıyordu. Yolun kıyısında iki katlı bir ev ve kenarındaki çiçekli bahçesi ilişti gözüne. Çiçekler çeşit çeşit, renk renk açmışlar, onca yağmura rağmen koku saçıyorlardı. Gözlerinin tek bir noktada, çiçekler arasında, henüz tomurcukluktan yeni çıkmış kırmızı bir gülde sabitlenmesiyle yüreğinin burkulması bir oldu. Hesap etti. Bir yıl öncesi yine böyle yağmurlu bir mayıs günüydü. Paylaşmak istediği tüm duygularıyla, sevgisiyle birlikte kendini yokuşun sonundaki çiçekçide bulmuştu. Yaprakları diğerlerinden daha küçük ama canlı, henüz tam açılmamış, kokusu dağılmamış o kırmızı gülü seçmişti. Bu, eş dost için, ziyaret için olanlardan çok farklıydı gözünde. Buluşacakları yere doğru hızla yürüyordu. Elindeki paketin kenarından gülün bir bölümü görünüyordu. Onu seçerken bu kadar zorlanacağını düşünmemişti. Bu, bir bayana sunmak için aldığı ilk güldü. Gül, olanca kokusu ve güzelliği yanında, ona beslediği tüm sevgisini de yükleniverdi. Sevdiği, gülü özenle koklarken, gül, kokusu ve yüreğinden çekip aldığı sevgisiyle onun içine dolacak, o daha sonra solsa da sevgisi, gönlü, hep sevdiği insanın yüreğinde kalacaktı. Bundan duyduğu haz ve nedensiz bir tedirginlikle buluşma yerine ulaştı. Onu görür görmez, artık bu yükü daha fazla taşıyamayacağını düşünerek gülü usulüyle sevdiğine sundu. O an tedirginlik yitip gitti, yerini önce gözlerde, sonra gönüllerde şekillenen mutluluk aldı. Gülün kırmızısı tamdı, kokusu tamdı, biliyordu. Sevdiğine burcu burcu kokmuş, kokusu ve güzelliğiyle birlikte, sevgisini de sunmuştu onun yüreğine. O, görevini yapmıştı, artık solabilirdi gururla. Solmayacak olan aşklarıydı. Kalpleri örtüşüyordu belki, ama kafalar örtüşemedi. On ay sonra, tıpkı kırmızı gül gibi, aşkları da soldu. Ama gül başkaydı. O kusursuzdu, görevini yaptı, solması gerekiyordu ve soldu. Sevgiye sarılmayı bilmeyenler, sevgiliye nasıl, ne kadar sarılabileceklerdi.

 

Yolun kenarında, otların, dikenlerin arasında, suyu iyice içmiş, ona bir anne şefkati ile sarılmış siyah toprağa ilişti gözleri. Bu, ne büyük hasrettir ki, toprak, yüzyıllardır değişmeyen bir azim ve kararlılıkla suyu bağrına basıyor, bazense sığdıramıyordu. Onun da böyle sarılacağı dostları, arkadaşları, ailesi vardı. Annesi, babası onu çok severlerdi, bundan emindi, ama içten! Toprağın suya bu denli sarılışına içerlemiş olmalıydı. Ailesi de ona böyle sarılsın isterdi, fakat bu ne mümkün. Annesi, kızına şöyle doyasıya yavrum demeden, diyemeden, kızının yavrusu oldu!

 

“Öyle büyüklerin yanında çocuk sevilir mi? Ayıptır. Aa! Şu geline bak, nasıl da çocuğunu seviyor kaynanasının yanında, bak hiç büyük küçük dinliyor mu? Nasıl da yavrum diyor, öpüyor, orasını burasını okşuyor çocuğun, görüyor musun? Bizim zamanımızda...” diye söylenirdi mahallenin eskileri. Sevgi, yalnız büyüklerin yanında değil, onların uzağında da paylaşılamamıştı. O, kalpler arasında değil, yalnızca kalplerde yücelen, dile getirildikçe büyüsü bozulan ve yitirilen bir duygu olmalıydı! Allah nasip eder de çocuğu olursa ona doyasıya sarılacak, onu öpüp koklayacaktı her yerde.

 

Evi biraz ileride, ağaçların arasında belirginleşti. Saatine baktı. Kırk dakikadır yoldaydı. Demek ki yağmur, on dakika kadar sürmüştü. O belki de buradaki görevini yapmış olmanın sevinciyle uzaktaki tepelere doğru çekilmiş, siyah bulutlarından sunduklarıyla onun gibi nice yolcuyu yarı yolda yakalamış, nice toprağa ve yeşile özlemini sunmuştu.

 

                                                                                                                  Mayıs 2002

                                                                                                                  Sinan SERDAR